Görev aldığı her işin ardından olay yerine ve kendi izlenimlerine ait notlar tutardı Tuncay. Üstelik bunu o kadar muntazam işlerdi ki, en ufak ayrıntının dahil aklından silinmemesi için çalışmasını olabildiğince er bir vakitte yapmaya özen gösterirdi. Emniyet müdürlüğünün insandan arınmış ender zamanlarındaki boş koridorlarında yankılanan tek ses; odasının koridora açılan kapısının dış tarafındaki flüoresan lambanın kısık ve tiz vızıltısıydı. Kapısı kapalı olmasına rağmen üst taraftaki buzlu cam, dışarıdan gelen ışığın ve sesin içeri girmesine engel olamıyordu. Ona rağmen bu ışık, odayı tümüyle aydınlatmak yerine içerideki sigara bulutu dumanını sadece biraz daha belirgin hale getirmeye yarıyordu. Masasındaki yerine geçmiş, eline de dolma kalemini almıştı. Bir köşede her zaman hazır olan kağıtlardan da bir tomar önüne koymuştu. Kül tablasındaki çoğu yeni, pek azı eski belki de düzinelerce sigara izmariti olmasına rağmen kağıtlarda bir çizik bile yoktu. Odasına girdiğinden beri paketindeki sigaralardan teker teker yakıyor; hatta birinin sonuna geldiğinde onun ucundaki ateşle diğerine başlıyor, o sönmeye yaklaştığında ise sıradakiyle keyfine devam ediyordu. Tabi buna keyif denirse. Kuşkusuz kafasında onu konuya yoğunlaştırmaktan alıkoyan fazlasıyla sıkıntı vardı. Düşüncelerinin tamamını kapsayan şey; bundan yaklaşık 5 ay önce meydana gelen ve kaç 5 ay daha aklından çıkmayacağını bilmediği bir hadiseydi, hepsi bu. “Aptal bir trafik kazasında kaybedilen manevi değerlerin hiçbiri geri kazanılamaz. Hele ki bunlar etinizin eti ve canınızın canıysa”. Daha fazla konuşmadı, konuşmuyor. Biraz ilerlerse gözleri doluyor, bir sigara daha yakıyor.
Sıradan bir insanmış Tuncay, tıpkı her insan gibi. Bir de ailesi varmış, hem de evindeyken kendisine isminden çok “baba” ve “hayatım” diye hitap edilen. Artık yok.
Ne zaman derin düşüncelere dalsa ve ailesi aklında gelse kaza sırasında direksiyonu tutan sol eli titremeye başlardı, işte şimdi olduğu gibi. Ölümün soğuk yanı onu ürpertmişti belli ki ve üstelik yakından hissetmişti onu, olamayacağı kadar yakınından hem de. Tuncay o uğursuz vakitte önündeki simide sıkı sıkıya yapışarak hayata tutunmuştu. Kim demiş onun arabayı sürmek için tuttuğu çembere direksiyon diye?! Kızının ve karısının hayata bağlanabilmesi için bu gibi herhangi bir şeyleri yoktu. Adını haykıran kişilerin Tuncay’ın kafasında yankılanan sesleri onu bir an olsun yalnız bırakmamıştı. Ölüm, arabayı süren sol elinin derisi ile direksiyonun döşemesi arasında kalan boşluk kadar somuttu. Bunu fark eden tek kişinin sadece kendisi olduğuna her saniye lanet ediyordu. Belki kaybettiği kimselerin onun hayallerindeki yansımaları bu yüzden böylesi kin doluydu.
Saatlerin o zamanı bildiren iki ince kolundan kısa olanı, son olayın ardındaki dördüncü dilimin bitiş sınırını işaret ediyordu. Yorucu ve uzun bir günün üzerine gelen esaslı bir korku filminde gelişmelerin sonuna yetişen alelade bir dedektif olarak rol almıştı; fakat, bunun neticesinde alması gereken bir ücret yerine ödemek zorunda olduğu bir bedel, mevcut senaryoyu daha anlaşılır ve gerçekçi kılardı. Her ne pahasına olursa olsun kendisi ile beraber olduğu zaman mutlu ve huzurluydu. Odadaki boğucu hava buna engel değildi; çünkü kendisi de bu ortamın bir parçasıydı zaten. O kadar bütünleşmişti ki, odasına kadar giren ve pencereyi aralayan dostu Tahir’i bile fark etmemişti. Odaya girmiş ve kapıyı arkasından kapatmıştı. Düşüncelerinin içinde savrulan Tuncay bir süre sonra pencereden gelen soğuk hava ile irkildi. Başını rüzgarın geldiği tarafa çevirdiğinde koridordan süzülen ışıkla vücudunun ve dolayısıyla yüzünün yarısı aydınlanmış olan Tahir ile karşılaştı. İçeri çökmüş gözleri, yuvalarının boş olduğu izlenimini yaratırken seyrek saçları ve beyaz teni herhangi bir insan için bu saatte ve ortamda hayli ürkütücü olabilirdi. Yalnız Tuncay’ın tecrübelerine kıyasla epey sıradandı. Sanki normal bir suratla karşılaşmışçasına başını tekrar önüne çevirdi.
Sorgu odasında kızın hazır olduğunu haber vermek için onca merdiveni çıkmıştı Tahir. İkisinin de aynı gece bu ortamda karşılaşmış olmaları tam bir rastlantıydı. Şu anda ise kolunun arasında birkaç dosya ile Tuncay’ın sol tarafındaki pencerenin önünde dikiliyordu. Yaşı itibariyle genç sayılmazdı; ama, yılların getirdiği bitkinliği olabildiğince yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu. Tuncay’ın arkadaşını fark etmesinden çok uzun bir süre geçmemişti ki arkadaşı konuşmaya başladı.
-“Senin kız konuş… özür dilerim. – Kız – konuşuyor. Konuşacak yani, hazır.”
Karşısındaki kişi suskun kalmayı tercih etti. Yalnızca “tamam” manasında başını salladı, ardından da kollarını dirseklerinden kırarak masaya koydu, ellerini birleştirdi ve alnını da ellerinin üzerine yasladı. Sanki dünyadaki bütün havayı içine çekercesine bir iç geçirdi. Tahir sözleriyle, arkadaşına kazayı ve yitirdiği kızını hatırlattığını düşündü; hemen özür dilemek için elinin onun sırtına koydu ve kulağına eğilerek kısık bir ses tonuyla sözlerine devam etti.