Uzaya baktığınızda gördüğünüz şey, aslında şu an değil, geçmişteki bir anın yansımasıdır. Bunun sebebi, ışığın sınırlı bir hızla yol almasıdır. Örneğin, Güneş’in ışığını Dünya’dan gördüğümüzde, bu ışık yaklaşık 8 dakika önce yayılmıştır. Ancak evrenin daha uzak noktalarına baktığımızda bu süre milyonlarca, hatta milyarlarca yıla kadar çıkabilir. Modern teleskoplar sayesinde, evrenin oluşumuna dair en eski ışıkları bile gözlemlemek mümkün hale geldi.
Işık, saniyede 300.000 kilometre hızla hareket eder. Ancak bu muazzam hız bile, devasa kozmik mesafeler karşısında yetersiz kalır. Örneğin, en yakın yıldız olan Proxima Centauri’den gelen ışık, bize ulaşmak için 4,2 yıl boyunca yolculuk yapar. Bu, o yıldızı gördüğümüzde, aslında 4,2 yıl önceki halini gördüğümüz anlamına gelir.
Daha da uzaklara bakıldığında, galaksilerin ve yıldız kümelerinin milyarlarca yıl önce yaydığı ışıkları görebiliriz. Örneğin, Andromeda Galaksisi’ni çıplak gözle gördüğümüzde, aslında 2,5 milyon yıl önceki halini görüyoruz. James Webb Uzay Teleskobu gibi ileri teknoloji cihazlar sayesinde ise, evrenin yalnızca 300 milyon yaşında olduğu zamanlardan kalma ışıkları bile gözlemlemek mümkün.
Bilim insanları, kozmik mikrodalga arka plan ışımasını gözlemleyerek, Büyük Patlama’dan yalnızca 380.000 yıl sonrasına kadar bakabilmeyi başardı. Bu ışık, evrenin ilk oluşumlarına dair en eski bilgi parçalarını içeriyor. Şu anda gözlemlenebilir evrenin sınırı, yaklaşık 13,8 milyar yıl öncesine dayanıyor. Ancak evren genişlediği için, bu ışıkların geldiği noktalar şu an bizden 46 milyar ışık yılı uzakta.
Uzaya her baktığımızda gördüğümüz şey, aslında evrenin geçmişine bir pencere açmaktır. Bu sayede, bugün bile evrenin nasıl oluştuğunu ve geliştiğini anlamaya devam ediyoruz.