Dünya’nın son savaşı başlıyor
Mass Effect'in ilk oyununu ne yalan söyleyeyim, inanılmaz 'overrated' bulmuştum vakti zamanında. Hatta 'BioWare bitmiştir, daha da gelmem' aşamasına kadar getirmişti. Ama ikinci oyun öylesine ilerideydi ki halefine göre, hala her platformda tartışmaya açığım, 2010'un en iyi oyunu Mass Effect 2'dir. Uncharted'in sinematik epikliğinin uzayda gecen formuydu ME2.
Mass Effect 3 ise, Aksiyon/RYO'larda belirlediği çıtayı yükseğe çıkartmakla kalmıyor, adeta yarıp geçiyor o çıtayı. Sunumda Normandy'i gördüğüm an tüylerim öylesine diken diken oldu ki, yanımdaki meslektaşım beni kirpi sandı. Neyse, eyyamı bırakıp oyuna dönelim. Anlatacak çok şey var, o yüzden kısa kısa özet geçeceğim.
Mass Effect 3'un hikâyesi, ikinci oyunun sonundan devam ediyor. İKİNCİ OYUNU OYNAMADIYSANIZ SPOILER OLABİLİR. Reaper'larin Shepard'ın memleketi Dunya'ya saldırmasıyla başlıyor, Dünya işgal ve soykırım altında. Bizim, yani Commander Shepard'in yapması gerekense, tüm galaksiyi toplayıp (bildiğin kahveden adam topluyoruz yani) Dünya’yı savunmak, gerekirse galaksiden dışarıya kadar kovalamak (bkz. misak-i galaksi). SPOILER BİTTİ.
Atmosfer iyice karanlıklaşmış durumda. Renk paletinden tutun hikâyedeki birçok talihsiz olaya ve depresif diyaloglara kadar içine işlemiş bu işgalin insan halkı üzerinde yarattığı pus. Bunda en büyük etkenlerden biri de harita tasarımlarının bir savaş alanını yansıtacak şekilde değiştirilmesi. Artik uğraşmamız gereken tek şey düşmanlar değil, dikey olarak da binaları keşfetmemiz gerekiyor, yani asil düşmanımız savaşın ta kendisi. Sonuç kaotik olmuş doğal olarak. Ama kaosun en güzel hali. Örneğin oynadığımız ikinci bölüm Dünya’da geçiyordu ve Amiral ile Normandy'e yetişmeye çalışırken apartmanın havalandırmasında bir çocukla karşılaştık. Çocuk gelmek istemedi ama zorla çıkarıp kurtarmış olsaydık, bölümün sonunda o çocuk ölmeyecekti başka bir olayda. Bunun gibi ufak sandığınız seçimler bile çok dramatik sonuçlara sebep olabiliyor.