Özel İnceleme
“Sinema filmi gibi” dediğim oyun ne kadar sanatın kendisine ait olabilir ki? Bir oyunun içinde sanatı görmemiz gerekiyor. Yani önce video oyunlarının dertlerini bir oyuna yakışır şekilde bizlere sunması gerekiyor. Oyunlar sanatı kendi içlerinde yaşattıklarında ve diğer sanat dallarını sadece bir destek noktası olarak kullandıklarında bu camianın içinden Jerzy Grotowski’ler, Krzysztof Kieślowski’ler, Akira Kurosawa’lar yükselecek ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Elbette bazı oyunlar bu çıtaya çok yaklaştı. Henüz tam olarak, “İşte bu bir sanat!” diyebileceğim bir yapımla karşılaşmasam da Braid, Limbo, Talos Principle gibi yapımlar, gidilen yolun “nasıl” aşılacağı yönünde bazı çıkarımlar yapmamamızı sağladılar. Bu üç oyunun yaşadığı büyük kavram karmaşaları, anlatacak tonla şeyleri olması, onları birer mihenk taşı olarak görmemi sağladı.
Sanat bir yığından oluşur, bilim gibi değildir. 1000 yıl öncesi bugün bile inanılmaz önemlidir. Yoksa, psikopat bir İngilizin yüzyıllar önce yazdığı soneler, oyunlar günümüzde böylesine değerli olur muydu? İşte bizim böyle oyunlara ihtiyacımız var. Bundan elli sene sonra bile güncelliğini koruyabilecek, sanat olma aşamasına katkıda bulunacak eserlere ihtiyacımız var.
İtiraf etmek gerekirse ben Journey’i daha önce oynamadım. PlayStation 3 sahibi olmama rağmen bir türlü oynamaya fırsatım olmamıştı. Bu yüzden insanın yüreğini titreten müzik kulağıma geldiğinde, oyun hakkında konuşanları, övgüler dizenleri anladım. Journey farklıydı. Journey, Beethoven’ın her bir notasını özenle seçtiği eserler gibiydi. Tek bir pikselinde boş yer yoktu. Her anından coşku fışkırıyordu
.
Hepsinin ötesinde, Journey gerçek bir maceraydı…
Oyun bana hiçbir şey anlatmıyordu. Çölün ortasında bir başıma oradan oraya koşturuyordum. Çözülmeyi bekleyen bir gizem vardı fakat, anahtara kendi başıma ulaşmam gerekiyordu. Bu, benim maceramdı ve sonuna kadar öyle kaldı.
Oyunun çevrimiçi yapısı gereği, oyun sırasında diğer maceracılar size konuk oluyorlar. O noktada devreye paylaşım giriyor ve notalar eşliğinde doyumsuz bir serüvenin tadını çıkartıyorsunuz. Yanınızda hiç tanımadığınız biri var ama ona öyle kısa sürede alışıyor ve benimsiyorsunuz ki bir süre sonra iki adım atıp, geriye bakmaya başlıyorsunuz. Yol arkadaşınızı kaybetmek, yalnız bir halde çölde dolaşmak istemiyorsunuz.
Ve tam o sırada bunun aslında sizin maceranız olmadığını anlıyorsunuz… Bu hepimizin macerası oluyor.
Karlarla örtülü dağın eteklerinde bunu anlamıştım. İlk ateşimizi bulduğumuzda çılgınlar gibi sevinmemiz unutulacak gibi değildi. Hele ki bir an vardı, uzun zaman sonra bir oyunda bu kadar duygulandığımı hatırlıyorum.
Hiç kalbinizle oyun oynadınız mı?
Video oyunlarının sanat eserleri olarak atfedildiği gerçekliğe oldukça uzak bir bireyim. Bunu defalarca Bakış Aşısı’nda belirttim, belirtmeye devam ediyorum. Oyunların sanat eserleri olabilmesi ve insanlığa veya bağlı bulunduğu akımın kendisine mal olabilmeleri için daha çok fazla zaman var. Trendlere, gelir yapısına, satış rakamlarıyla ölçülen bir sanatı ben kabul etmiyorum. Ama hepsinin ötesinde kendi olmak yerine diğer akımları araç olarak kullanan bir türü sanatla pek bağdaştıramıyorum.“Sinema filmi gibi” dediğim oyun ne kadar sanatın kendisine ait olabilir ki? Bir oyunun içinde sanatı görmemiz gerekiyor. Yani önce video oyunlarının dertlerini bir oyuna yakışır şekilde bizlere sunması gerekiyor. Oyunlar sanatı kendi içlerinde yaşattıklarında ve diğer sanat dallarını sadece bir destek noktası olarak kullandıklarında bu camianın içinden Jerzy Grotowski’ler, Krzysztof Kieślowski’ler, Akira Kurosawa’lar yükselecek ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Elbette bazı oyunlar bu çıtaya çok yaklaştı. Henüz tam olarak, “İşte bu bir sanat!” diyebileceğim bir yapımla karşılaşmasam da Braid, Limbo, Talos Principle gibi yapımlar, gidilen yolun “nasıl” aşılacağı yönünde bazı çıkarımlar yapmamamızı sağladılar. Bu üç oyunun yaşadığı büyük kavram karmaşaları, anlatacak tonla şeyleri olması, onları birer mihenk taşı olarak görmemi sağladı.
Sanat bir yığından oluşur, bilim gibi değildir. 1000 yıl öncesi bugün bile inanılmaz önemlidir. Yoksa, psikopat bir İngilizin yüzyıllar önce yazdığı soneler, oyunlar günümüzde böylesine değerli olur muydu? İşte bizim böyle oyunlara ihtiyacımız var. Bundan elli sene sonra bile güncelliğini koruyabilecek, sanat olma aşamasına katkıda bulunacak eserlere ihtiyacımız var.
İşte tam bu noktada Journey devreye giriyor
İtiraf etmek gerekirse ben Journey’i daha önce oynamadım. PlayStation 3 sahibi olmama rağmen bir türlü oynamaya fırsatım olmamıştı. Bu yüzden insanın yüreğini titreten müzik kulağıma geldiğinde, oyun hakkında konuşanları, övgüler dizenleri anladım. Journey farklıydı. Journey, Beethoven’ın her bir notasını özenle seçtiği eserler gibiydi. Tek bir pikselinde boş yer yoktu. Her anından coşku fışkırıyordu
.
Hepsinin ötesinde, Journey gerçek bir maceraydı…
Oyun bana hiçbir şey anlatmıyordu. Çölün ortasında bir başıma oradan oraya koşturuyordum. Çözülmeyi bekleyen bir gizem vardı fakat, anahtara kendi başıma ulaşmam gerekiyordu. Bu, benim maceramdı ve sonuna kadar öyle kaldı.
Oyunun çevrimiçi yapısı gereği, oyun sırasında diğer maceracılar size konuk oluyorlar. O noktada devreye paylaşım giriyor ve notalar eşliğinde doyumsuz bir serüvenin tadını çıkartıyorsunuz. Yanınızda hiç tanımadığınız biri var ama ona öyle kısa sürede alışıyor ve benimsiyorsunuz ki bir süre sonra iki adım atıp, geriye bakmaya başlıyorsunuz. Yol arkadaşınızı kaybetmek, yalnız bir halde çölde dolaşmak istemiyorsunuz.
Ve tam o sırada bunun aslında sizin maceranız olmadığını anlıyorsunuz… Bu hepimizin macerası oluyor.
Karlarla örtülü dağın eteklerinde bunu anlamıştım. İlk ateşimizi bulduğumuzda çılgınlar gibi sevinmemiz unutulacak gibi değildi. Hele ki bir an vardı, uzun zaman sonra bir oyunda bu kadar duygulandığımı hatırlıyorum.