Herkesin beğendiği ve soluksuz oynadığı (abartayım biraz) bir oyunu sürdürmek yapımcı şirket için çok zordur. Sıradaki oyunun öncekinin gölgesinde kalması yapımcı firma açısından harcanan paraların ziyan edilmiş olması anlamına gelir ve tam anlamıyla bir hüsrandır, hele ki ilk oyunun tirajı milyonlara ulaştıysa. Devam oyunu yapılacağında bunun bilincinde davranılır; ama, hep bir “ama” vardır zihinlerde. Yapılanları gözlemleyen bir eleştirmen veya o oyuna gönül veren bir oyuncu için ise gelişmeler bunun tam tersidir. Çünkü o kişi yenilikler görmek, başka bir deyişle en azından farklı bir şeyle karşılaşmak ister. Kendisi de son kullanıcı olduğundan dolayı işin zorlukları onu o kadar alakadar etmez; böylelikle dişe dokunur yeni bir şey görülemeyince oyun yerden yere rahatlıkla vurulabilir.
Gizlilik ve Aksiyonun Anlamı Splinter Cell...
Splinter Cell de bu kıstasların içerisindeki sayılı önemli oyunlardan birisi. Doğum tarihi olan 2003 yılında kuşkusuz en sağlam oyunlar arasındaydı ve stealth aksiyon oyunlarına getirdiği yeni soluklar ışığında bence bir devrin kapanıp bir yenisinin açılmasını sağladı. Sam Fisher’ın bizimle çıktığı ilk yolculuk olan Gürcistan macerası olayların konusunu kaçıranlar için görselliğiyle, onu kaçıranlar için de atmosferiyle inanılmaz bir kitleye hitap etti. Ubisoft’un serinin devamını yapması kaçınılmazdı, nitekim fazla da gecikmedi. Yeni oyun ilkinin piyasaya çıkmasından yaklaşık 1,5 yıl kadar sonra duyuruldu, fazla bekletmeden de kendisi çıkageldi. Bu kez de Endonezya’nın sık ağaçlı topraklarına ayak bastık. İki oyunda da ortak olan ve gözlerden kaçmayan bir özellik; mevcut konuların derinliği ve yaşananların siyasi boyutuydu. Tabi oyunun sadece “Splinter Cell” olarak algılanmasından rahatsız olan ben, bu noktada oyunun isminin üzerindeki küçük harflerle yazılı olan “Tom Clancy” ismine değinmek istiyorum. Kendileri inanılmaz bir askeri (savaş, politika,,, ne derseniz artık) roman üstadıdır; zaten ilgilenenlerin de adını duymaması imkansız. Oyun dünyasında ise Splinter Cell’den önce Rainbow Six serisi ile adını beynimize kazımıştır. Yani senaryomuz hep emin ellerdeydi, serinin üçüncü oyununda da bu böyle olacak. Bu konudan da kısaca bu şekilde bahsettikten sonra Splinter Cell 3’te bizi nelerin beklediğine gelin bir göz atalım.
Bu oyundaki konunun mimarı da önceki oyunlarda olduğu gibi Tom Clancy (kimi bekliyordunuz, Mandrake’yi mi?). Yine o büyük hayal gücünü inanılmaz biçimde kullanarak oyunun hikayesini çiziyor kendileri. Bu kez kendimizi biraz daha uzakta, Kore’de buluyoruz. Tarih 2008’e sarılmış ve yaşananların boyutu evrensel boyutlara genişlemiş. Dünya, eğer durdurulmazsa, bir kaosa ve geniş çaplı bir savaşa sürüklenmenin eşiğinde. Bütün olanların merkezindeki kişiler ise yasadışı Koreli bir grup terörist. Bu suç örgütünün başındaki zatı muhterem şahıs da yer altı suç örgütlerine, kodaman görünümlü pis işlerle alakalı iş adamlarına ve belki de gizli yollarla devletlere nükleer silah sağlayan bir mahluk. Durdurulmazsa da bu adamın sağladığı silahlar ile birlikte dünyanın hakimiyetini ele geçirmek isteyen kötü niyetli kişilerin çatışmaya girmesi olasılık dahilinde. Bundan etkilenecek olanlar da dünya üzerindeki günahsız insan topluluğu ve en önemlisi dünyanın ta kendisi olduğundan çıbanın başını ezmek için NSA’nın gizli ve başarılı ajanı Sam Fisher tekrar göreve çağırılıyor. Ardından da bu suçluların peşine, Kore’ye gidiyoruz.