Özel İnceleme
İşte böyle başlıyordu Team ICO ekibi ile tanışmamız. Sonrasında çıkan ve daha ilk mücadelesiyle bile bizi dumura uğratan Shadow of the Colossus'ta da benzer bir formül uygulanmış ve bilinmeyen bir diyarda bilinmeyen bir kadere doğru at koşturmuştuk.
10 yıldır beklediğimiz ve bu bekleyişte platform değiştiren The Last Guardian'da bu formülü bozmuyor ve bilinmezliğin ortasına bırakıyor bizleri. Kısa bir sekans sonrası kocaman ve daha önce eşine benzerine rastlamadığımız bir yaratığın yanında gözlerimizi açıyoruz. Peki neydi bu formülü bu kadar başarılı kılan şey? Ne bir silahımız vardı ve de süper güçlerimiz. Yorda'nın elinden tutup koridorları arşınladığımız macerada bir sopa, Agro ile devlere meydan okuduğumuz maceramızda ise elimize sadece bir kılıç sıkıştıran yapım ekibi bu yeni formülde bunları da almıştı elimizden. Sadece devasa duvarlar arasında ne üdüğü belirsiz bir yaratık ile başbaşa kalmıştık ve bu devasa duvarları aşmak için tek umudumuz da bu yaratık olmuştu; Trico!
Trico'ya kocaman bir paragraf açmak gerekiyor çünkü şimdiye kadar bağlandığınız en tatlı eküriniz olabilir. Zaten oyunun ana amacı da karakteriniz ve Trico arasındaki bağı her geçen saniye daha da güçlendirmek. Oyun başladığında sadece çıkar ilişkisi üzerine ilerleyen hikayeniz, beklendiği gibi sonlara doğru can ciğer kuzu sarması moduna geçiyor. O devasa cüssesine karşın attığınız her adımda, geçtiğiniz her engelde geri dönüp "Trico napıyor acaba?" diye bakmadan edemiyorsunuz.
İkili arasındaki bağlar nedeniyle oynanışın belkemiği de bu bağlar üzerine kurulmuş. Buna rağmen bu bağları istediğiniz gibi eğip bükemiyorsunuz. Çünkü Trico ne Yorda gibi kolundan tutup çekmeye, ne de Agro gibi bir dediğinizi iki etmeye geliyor. Oyun boyunca minik bir kedi yavrusunun evinizde dolaşması gibi onu izliyor ve amacınıza ulaşmak için onu yola getirmeye çalışıyorsunuz. Yeri geliyor siz demeden gideceği noktayı kavrarken yeri geliyor küçük bir su birikintisi ile oynamaya başlıyor. Öyle ki bazen ne kadar işaret etseniz de istediğinizi yaptıramıyorsunuz. Bu oyunun bir cilvesi mi yoksa yapay zekanın azizliği mi bilemiyorum ama her iki durumda da bazen sinir oluyor, bazen düştüğünüz duruma gülüyorsunuz. Evde mama kabını döken kediniz sizi ne kadar sinirlendiriyorsa, oyunun bazı noktalarında başına buyruk davranan ve bir türlü istediğinizi yapmayan, yaptıramadığınız Trico'ya da o kadar sinirleniyorsunuz.
Oyunun genel ilerleyişi ikiliyi bu devasa mekanda ileriye taşımak. Tabi Trico'nun yetenekleri belli bir noktaya kadar sizi ulaştırıyor ama takımın beyin gücü de sizin omuzlarınıza bırakılmış. Oyunda karşılaştığınız bulmacalar genelde platform bazlı olsa da her seferinde sizi düşünmeye ve deneme yanılma döngüsüne sokmaya zorluyor. Bazen çok basit bir platform dengesi üzerine kurulan bu ilerleyiş bazen daha komplike bir hale dönüşebiliyor. Zaten oyunun en büyük keyif noktası da bu. Çok fazla özelliğiniz olmamasına karşın elinizdekiler ile yetinerek ilerleyişi sağlamaya çalışıyor ve hikayenin eksik parçalarını zamanla tamamlamaya başlıyorsunuz.
Bu noktada bir parantez açmak istiyorum çünkü daha önce Team ICO oyunlarını oynamış ve sevmemişseniz The Last Guardian'dan da beklediğiniz hazzı almanız oldukça zor. Çünkü oyun size ne büyük bir aksiyon ne de komplike bir oynanış sunuyor. Aksine son derece naif bir hikaye ve oynanış ile karşılaşıyorsunuz. Yeri gelmişken hikayenin ekibin şimdiye kadar anlttığı en net hikaye olduğunu da söylemeliyim.
Oyunun ton ve atmosferine baktığımızda o alıştığımız görseller ile karşılaşıyoruz. Etkileyici sanat tasarımlarının yanı sıra kendine hasve oldukça farklı bir dünyaya sahip olan Last Guardian'ın bu dünyası boğucu ama boğucu olduğu kadar bir o kadar da etkileyici görseller ile karşılıyor bizleri. Karanlık ve aydınlık dengesinin mükemmel bir şekilde resmedildiği yapımda döndüğünüz her köşe başında oyunun o bütünleşik yapısını hissediyorsunuz. Bu tasarımlara oyunun kendine has görüş ve atmosferi de eklenince masal gibi bir dünya sizleri bekliyor diyebilirim.
Son Muhafız içinizi ısıtacak..
Boynuzları olan bir çocuğun hikayesi. Nasıl veya neden burada olduğunu bilmiyorum ama bunu öğrenmek için içimde büyük bir merak birikiyor.... İşte böyle başlıyordu Team ICO ekibi ile tanışmamız. Sonrasında çıkan ve daha ilk mücadelesiyle bile bizi dumura uğratan Shadow of the Colossus'ta da benzer bir formül uygulanmış ve bilinmeyen bir diyarda bilinmeyen bir kadere doğru at koşturmuştuk.
10 yıldır beklediğimiz ve bu bekleyişte platform değiştiren The Last Guardian'da bu formülü bozmuyor ve bilinmezliğin ortasına bırakıyor bizleri. Kısa bir sekans sonrası kocaman ve daha önce eşine benzerine rastlamadığımız bir yaratığın yanında gözlerimizi açıyoruz. Peki neydi bu formülü bu kadar başarılı kılan şey? Ne bir silahımız vardı ve de süper güçlerimiz. Yorda'nın elinden tutup koridorları arşınladığımız macerada bir sopa, Agro ile devlere meydan okuduğumuz maceramızda ise elimize sadece bir kılıç sıkıştıran yapım ekibi bu yeni formülde bunları da almıştı elimizden. Sadece devasa duvarlar arasında ne üdüğü belirsiz bir yaratık ile başbaşa kalmıştık ve bu devasa duvarları aşmak için tek umudumuz da bu yaratık olmuştu; Trico!
Trico'ya kocaman bir paragraf açmak gerekiyor çünkü şimdiye kadar bağlandığınız en tatlı eküriniz olabilir. Zaten oyunun ana amacı da karakteriniz ve Trico arasındaki bağı her geçen saniye daha da güçlendirmek. Oyun başladığında sadece çıkar ilişkisi üzerine ilerleyen hikayeniz, beklendiği gibi sonlara doğru can ciğer kuzu sarması moduna geçiyor. O devasa cüssesine karşın attığınız her adımda, geçtiğiniz her engelde geri dönüp "Trico napıyor acaba?" diye bakmadan edemiyorsunuz.
İkili arasındaki bağlar nedeniyle oynanışın belkemiği de bu bağlar üzerine kurulmuş. Buna rağmen bu bağları istediğiniz gibi eğip bükemiyorsunuz. Çünkü Trico ne Yorda gibi kolundan tutup çekmeye, ne de Agro gibi bir dediğinizi iki etmeye geliyor. Oyun boyunca minik bir kedi yavrusunun evinizde dolaşması gibi onu izliyor ve amacınıza ulaşmak için onu yola getirmeye çalışıyorsunuz. Yeri geliyor siz demeden gideceği noktayı kavrarken yeri geliyor küçük bir su birikintisi ile oynamaya başlıyor. Öyle ki bazen ne kadar işaret etseniz de istediğinizi yaptıramıyorsunuz. Bu oyunun bir cilvesi mi yoksa yapay zekanın azizliği mi bilemiyorum ama her iki durumda da bazen sinir oluyor, bazen düştüğünüz duruma gülüyorsunuz. Evde mama kabını döken kediniz sizi ne kadar sinirlendiriyorsa, oyunun bazı noktalarında başına buyruk davranan ve bir türlü istediğinizi yapmayan, yaptıramadığınız Trico'ya da o kadar sinirleniyorsunuz.
Oyunun genel ilerleyişi ikiliyi bu devasa mekanda ileriye taşımak. Tabi Trico'nun yetenekleri belli bir noktaya kadar sizi ulaştırıyor ama takımın beyin gücü de sizin omuzlarınıza bırakılmış. Oyunda karşılaştığınız bulmacalar genelde platform bazlı olsa da her seferinde sizi düşünmeye ve deneme yanılma döngüsüne sokmaya zorluyor. Bazen çok basit bir platform dengesi üzerine kurulan bu ilerleyiş bazen daha komplike bir hale dönüşebiliyor. Zaten oyunun en büyük keyif noktası da bu. Çok fazla özelliğiniz olmamasına karşın elinizdekiler ile yetinerek ilerleyişi sağlamaya çalışıyor ve hikayenin eksik parçalarını zamanla tamamlamaya başlıyorsunuz.
Bu noktada bir parantez açmak istiyorum çünkü daha önce Team ICO oyunlarını oynamış ve sevmemişseniz The Last Guardian'dan da beklediğiniz hazzı almanız oldukça zor. Çünkü oyun size ne büyük bir aksiyon ne de komplike bir oynanış sunuyor. Aksine son derece naif bir hikaye ve oynanış ile karşılaşıyorsunuz. Yeri gelmişken hikayenin ekibin şimdiye kadar anlttığı en net hikaye olduğunu da söylemeliyim.
Oyunun ton ve atmosferine baktığımızda o alıştığımız görseller ile karşılaşıyoruz. Etkileyici sanat tasarımlarının yanı sıra kendine hasve oldukça farklı bir dünyaya sahip olan Last Guardian'ın bu dünyası boğucu ama boğucu olduğu kadar bir o kadar da etkileyici görseller ile karşılıyor bizleri. Karanlık ve aydınlık dengesinin mükemmel bir şekilde resmedildiği yapımda döndüğünüz her köşe başında oyunun o bütünleşik yapısını hissediyorsunuz. Bu tasarımlara oyunun kendine has görüş ve atmosferi de eklenince masal gibi bir dünya sizleri bekliyor diyebilirim.
Önermiyorum uzak durun bence