Aksiyon türü, oyun sevdalısı olan hemen her kesin baş tacı. Belki gerçek
hayatta yapamadığımız (ve yapamayacağımız) kahramanlıkların üstesinden gelmemiz,
belki de filmlerdeki karizmatik karakterlerin yerlerinde olmayı istememiz bizi
bu oyunlara bağlıyor. Ne var ki oyun piyasasının büyük bir kısmını da aksiyon
oyunlarından oluşturmakta. Tabii aksiyon oyunu denilince sadece hareketli
kovalamalara ve silahların konuştuğu sahnelere şahit olmak oyunun iyi olduğu
anlamına gelmiyor. Tüm yaşanan kovalamaca ve baskınlar gibi olayları ne kadar
gerçekçi ve ne kadar özgürce yaşamamızı sağladıkları da önemli. Sözgelimi GTA (Grand
Theft Auto) oyunlarına bakarsak, insanlara sunduğu özgürlüğün boyutları ile
herkesi ekran başına toplamış bir oyun olduğunu görürüz. Sadece özgürlük değil,
devasa ve yaşayan bir harita üzerinde dolaşmak, kendi işlerinizi yaparken
çevrenizdekilerin de şahsi hayatına devam ediyor olduğunu görmek de gerçekçilik
adına önemli unsurlar.
“Tüm bunların Mercenaries’le ne alakası var?” diye sorabilirsiniz. Haklısınız
da. Ancak Pandemic Studio tarafından hayata geçirilen ve piyasaya sundukları
efsanevi oyunlarla bilinen LucasArts’in yapımcılığını üstlendiği oyunu alıp
biraz üzerinde deneyim kazanmaya başladıkça; Mercenaries için GTA’nın savaş
meydanına aktarılmış bir versiyonu olarak düşünebilirsiniz. Nasıl mı? Mesela
görevler: Hikaye boyunca, harita üzerinde gösterilen yerlere gidecek, önemli
komutanlardan alığınız görevleri yine haritada gösterilen yerlerde yerine
getirmeye çalışacaksınız. Dahası yolda gördüğünüz her araca istediğiniz zaman el
koyup, kullanabilir ya da canınız hiç görev yapmak istemiyorsa; boş boş dolanıp,
para karşılığı yarışlara bile katılabilirsiniz!
Sıcak savaşın ortasında tek bir ajan.
Mercenaries, yakın sayılabilecek gelecekte, Kuzey Kore’de geçiyor. İlk
izlediğimiz, gerçek savaş görüntülerinden oluşan, videodaki sunumdan da
anlayacağımız üzere bölgede ciddi bir savaş hüküm sürmekte ve uluslar kendi
aralarında mücadele içindeler. İşte böyle kızılca kıyamet içine, asıl görevi;
“Ölümcül 52’yi öldürmek” olan biz konuya dahil oluyoruz. Önce ana menüde
birbirinden görünüş haricinde hiçbir farkı olmayan 3 karakterden birini seçiyor
ve aksiyon filmlerini aratmayacak şekilde Hummer aracımız ile uçaktan atlayıp
savaş meydanına konuveriyoruz. Konu tepeden inme başlamasına rağmen ve çevrede
olup bitenlerden bihaber olan biz, hemen ilk komuta merkezine gidip brifing
alıyor ve sonu gelmez olan görevler zincirine başlamış oluyoruz.
Yapılması zorunlu olan ilk görevimizi alıp, yola düştüğümüz anda etrafa şöyle
bir bakarsak ardı arkası kesilmeyecek olan bir savaşın sürekli devam ettiğini
görüyoruz. Biz ise bir paralı askeriz ve çevrede olup bitenlerle değil
yaptığımız görevler sonucunda alacağımız para ile ilgileniyoruz. Yapacağımız
görevler teknik olarak hep birbirinin benzeri olduğundan haritayı takip etmemiz
gerekiyor. İşte bu nokta da en az silahlarımız kadar gerekli olan eşyamız;
PDA’mız devreye giriyor. “Back” tuşu ile kullanabildiğimiz PDA ile görevleri,
istatistikleri öğrenebilir, dev haritayı inceleyebilir ve “Ölümcül 52”
üyelerinin hangilerinin yakalanıp yakalanmadığını izleyebiliriz.
Haritayı incelediğimizde ise farklı ulusların belirli noktaları ellerinde
tuttuklarını görüyoruz. Düşmanlarının bu noktalara girmelerini engellemeye
çalışan, uluslar arası ilişkimizi ise sürekli dengede tutmamız gerek. Oyunun
başından sonuna kadar görev anlayışımız ne olursa olsun Kuzey Kore bize her
zaman düşman oluyor. Bölgede söz sahibi olan diğer uluslar; Güney Kore, Çin ve Rus
Mafyası ile dostluğumuz yaptığımız görevler doğrultusunda şekilleniyor.
Sözgelimi Ruslar adına bir iş yaparsak bundan Çin’liler hoşlanmıyor veya tam
tersi de geçerli olabiliyor. Görevler ne olursa olsun değişmeyen gerçek ise;
kimin yararına bir iş yaparsak o taraf bizi sevmeye başlıyor. Bölgeler arası
seyahat ederken eğer düşmanımız olan bir bölgeye girersek doğal olarak ateş
altında kalıyoruz ve çevredeki herkes bize saldırmaya başlıyor. Ya onlar adına
görev yapıp biraz sempatilerini kazanmalıyız ya da mekanı tez elden terk
etmeliyiz.