Bu sözle başladım yazıya. Çok özlü bir söz olduğu için değil, Washington’ın zekasını göstermek için de değil. Nitekim bu söz her zaman, her yerde geçerli olan bir sözdür ancak yazıya koyma sebebim bunu anlatmak da değil. Bu sözle başladım yazıya çünkü bu söz sadece bir söz değil. Bu, bir adamın hayatının özeti; Ratonhnhaké:ton yani nam-ı diğer Connor’ın hayatının.
2007’de başlayan Assassin’s Creed dizisi biz oyuncuların hayatına Jade Raymond’dan başka daha farklı şeyler de kattı. Belki eski oyunlarla benzerlikleri vardı, belki kötü yanları ama her zaman için Assassin’s Creed denildiğinde insan şöyle durup bir düşünür olmuştu.
İlk önce günümüzde (daha doğrusu 2007’deki günümüzde) Desmond Miles’ı tanıdık. Sıradan bir barmendi Desmond. İşini seven, eğlenen, olayları kafasına fazla takmayan genç bir adam. Ardından Abstergo’yu tanıdık. Dünyanın kontrolünü ele geçirmeye çalışan, Animus adından devrimsel bir teknolojiye sahip olan, gizli işlerin içinde, güçlü bir şirket. Bu ikisinin bir araya gelmesi ile Altair karşımıza çıktı. Başlarda asabi ve sabırsız, sadece görevine ve başarıya odaklanıp bu uğurda verdiği ek hasarlara gözünü kapayan ancak zamanla öğrendikleri ve yaşadıklarından ders çıkartarak bilgeleşen bir katil. Ondan sonra Ezio geldi…
Ezio farklıydı. Onun doğumuna şahit olduk. Yeni doğmuş bir halde o ufacık ellerini ve ayaklarını hareket ettirdik onun. Sonra genç ve çapkın bir delikanlıyken, her genç ve çapkın delikanlı gibi, girdiği aşk meşk işlerine yardım ettik. Bu zaman boyunca kavgalardan da kaçmadık. Kardeşimiz ile çatılarda yarıştık. Sonra herşey bir anda altüst oldu. Ezio’nun erkek kardeşleri ve babasının ihanete uğradığına ve asıldığına şahit olduk. Annesinin şok geçirerek ömür boyu sessizleştiğine, amcasının Cesare Borgia tarafından katledilmesine, Caterina Sforza ile aşkına, koskoca Papa Rodrigo Borgia’yı öldürmesine.
Ülkemize, şehrimiz İstanbul’u ziyaretine şahit olduk. Genç şehzade Süleyman’a yardımına, babası Sultan Selim’e -anlık da olsa- kafa tutmasına şahit olduk ve her insanoğlu gibi bu dünyadan göçüp gitmesine. Ezio’yu biz büyüttük, biz eğittik. Onun aşkı bizim aşkımızdı, intikamı bizim intikamımız, kaderi bizim kaderimizdi. Hatta elindeki kan bile bizim elimize bulaşmıştı.
Fakat bunların hepsi artık geride kaldı. Rönesans dönemi artık bitti. Artık muhteşem sanat eserleri, orta çağ müzikleri, Leonardo DaVinci ya da Medici ailesi veya Roma ve Floransa yok. Artık başka yerlerdeyiz. Daha önce hiçbir insanın görmemiş olduğu yerlerde, farklı bir kıtada, farklı bir kültürde, farklı bir asırda ve çok farklı bir oyunda.
Cesur yeni dünyaBaştan itiraf edeyim, her ne kadar yazıya bir etkisi olmayacak olsa da, benim için serinin en güzel oyunu Assassin’s Creed II’dir. Evet, belki Brotherhood da ona yakın güzellikte olabilir ancak ikinci oyunun yeri kesinlikle ayrıdır benim için. Daha derin bir içerik, daha etkili bir senaryo ve Ezio Auditore de Firenze’nin karizması ciddi anlamda etkilemiştir beni. Hele ki o oyunla karşımıza çıkan glyph’ler ve onların gerçek tarihe mükemmel bir şekilde yerleştirilmiş bulmacaları… Belki bazılarınız katılmayacak ancak birinci oyun ile ikinci oyun arasında hem teknik hem de diğer unsurlardan oldukça büyük gelişmeler de yatar.